söndag 11 augusti 2019

Hacı Şero efendi nasıl hamile kaldı

Biliyorum, sinirlenecek, ”erkekler hamile mi olur mu?”, diye soracak ve bana kızacaksınız. Haklısınız efendim. Sizin yerinizde olsam, bende kızar, üstüne de Mardine has bir küfür bastırır, afiyet olsun derdim.

Sinirlendirmek değil, insanlara yüklenen stressi azaltmaktır niyetim. Sizleri, dünyada ilk üniversitenin kurulduğu Mezopotamya’nın şirin bir ilçesine, Nusaybin’e, bir zaman yolculuğuna davet ediyorum. 70’li yıllarda vuku bulmuş bir olayı dinleyip, yerinde görüp dinlemeye ve kahramanlarıyla birlikte bu güzel anılarda gezinti yapmayı düşünüyorum. Sonrası Allah kerim.

Yalan mı? Ben mi? Asla. Efendim, Hüda vekilim, gönüller sultanı ve kalplerin efendisi Mor Gabriel şahidim, şahlar şahı Hz. Ali efendimizin torunu Zeynel Abidin hazretleri yeminim, her sabah yüzümü döndüğüm, aşkımı ve sevdamı dile getirdiğim kutsal Laleş’in ocaklarının ateşinde kül olayım, elliyi aşan gençliğime doyup, murad almadan can vereyim, karoseri Ford, motor kısmı Man’a ait, her iki kısmı cıvıta ve kalın şeritle birbirine bağlayarak kendine has bir kamyonu  icat edip, Omeriyan köylerinin hizmetine sokan Hemedoke kamyonu çarpsın, parça parça olayım, yalan söylediğimde Amed ve Turabdin’e şifa dağıtan Sultan Şehmus ziyaretinin gazabına uğrayıp kafadan sakat ve bir gözden kör olayım, Yüce Hüda behiştinden değilde, zemherisinden mahrum etsin ki, sadece ama sadece doğruyu söyleyeceğim ve spekülasyonlara yer vermeyeceğim. Zaten bizim Nusaybin terminal emektarı simsar Mihe’de yalan olur, bende hiç olmaz.

Efendim, bir süre önce Nusaybin’in Omeriyan mıntıkasına bağlı bir köyde, evli ve çoluk çocuk sahibi, saygınlığıyla tanınan Hacı Şero (Şero Kürtçede Aslan anlamında, erkeklere takılan bir isimdir) hamile kalmıştı. Olayın gerçek olduğu iki doktorun, Nusaybin’de Dr. Leheng ve Mardin’de Uzman Dr. Brusk’ün muayene ve tahlil sonuçlarıyla kanıtlanmış, kesinlik kazanmıştı. Adam maalesef hamile kalmıştı ve karnı günden güne şişiyordu.

Dr Leheng muayene ve test sonuçlarına şaşırmış, inanmamıştı. Hastayı yeniden muayene etti. Tahlillerini bir daha yaptırdı. Sonuç aynıydı. Dr Brusk bu konuda uzmandı, telefon açtı ve o’na danıştı. Şero’dan acele Mardin’e gitmesini istedi:

- Buradaki testler hastalığınla ilgili neticeyi tam olarak yansıtmıyor. Emin olmak için seni Mardin’e, Dr. Brusk’a havale etmem gerekiyor. Hemen gitmen gerek. Ben telefon edip haber verdim. Doktor seni beni bekliyor.

Şero, ne ettiyse Dr. Lehengi konuşmaya ve tahlillerin sonucunu söylemeye ikna edemedi. Mardin’e giden bir dolmuşa bindi. Yol boyunca, beynini kurcalayan cevapsız sorusuyla boğuşarak Mardin’e vardı ve Dr. Brusk’ün muayenehanesine yöneldi. Salondaki hemşire bekletmeden doktora yönlendirdi. Uzun süren muayenesi ve yapılan testlerin sonucu sadece bir gerçeğe işaret ediyordu. Doktor Brusk hastasının sakin olmasını istedi ve Şero’ya hamile olduğunu söyledi.

Üç çocuk babasıydı Şero. Hiç anne olmamıştı ki hamilelik ve annelik duygusuna sempati duysun, ısınsın ve bilsin. Beklemediği böyle bir sonuçla karşı karşıya kalınca, garip duygular ve sıkıntı sarmıştı her yanını, dinamitleniyordu kalbindeki volkanlar ardı ardına, soğuk terlere boğulur gibi oluyordu. Mırıldandı kendi kendine:

- Bunu da mı başıma getirecektin ya Hüda? Erkek adam hamile mi kalırmış!?

Doktorun muayenehanesi zindanın hücresine dönmüş, doktoru göremiyordu artık. Her yer karanlığa bürünmüştü sanki. Oturduğu sandalyenin derisi, sıkıntının yaratığı ter yüzünden olacak ki poposuna yapışmış, kaşındırıyordu. Kıçındaki normal kaşıntıya bile şüpheyle bakıyor, erkek mi değil mi hisleriyle boğuşmak zorunda bırakıyordu. Kalbindeki yanardağla ve vücudunun her yerinden dökülen terlerin seline kapılıyor, kafasındaki birçok cevabı bulunmaz soru, çözümü imkansız sorunuyla sürükleniyordu.

Çocuklarını hatırladı bir ara. İki kızı bir de oğlu vardı. Sevindi, onları hatırlayınca. Sevinci kedere boğulmuştu, hamileliğini hatırlayınca. Şimdiye kadar “baba” diye hitap ediyorlardı o’na. Peki bundan sonra, yani hamilelik olayını duyduktan sonra nasıl sesleneceklerdi babalarına, “anneciğim” mi, yoksa “babacığım” mı? Ya köylüleri, tanıdıklar, dost ve akrabalar ne diyecekti ona? “Bayan” mı, yoksa “erkek” gözüyle mi bakacaklardı?

İki cinslilik ne garip duyguymuş, diye düşündü. Bilen bilmeyene anlatsaydı, bu kadar zoruna gitmeyecekti. Kendi cinsiyetinden şüphe dolu bakışlarıyla salondaki aynada baktı kendine, kaşına, gözüne, dudaklarına ve endamına. Kalçasını saladı biraz, alıcı göz ile baktı sonra. Dolgun kalçasını hayra yormadı. Cinsiyetine şüpheyle yaklaşma düşüncesi beynini kemiriyordu. Kafasındaki şüpheleri gidermek için tuvalete yöneldi. Pantolon ve donunu aşağıya kadar indirdi. Malı ortadaydı. Uzun bir süre erkeklik organını seyretti. Sağa çevirdi, sola çevirdi, aşağıya doğru eğdirdi, yukarıya doğru kaldırdı. İki bacakları arasında başka bir cinsi organın olup olmadığını kontrol etti. Yok, yok, yok. Erkeklik organı dışında bir şey gözükmüyordu. Oynaya oynaya başı kalkık erkeklik organına alıcı bir gözle baktı. Evet, eskiye nazaran biraz daha kalın olmuş, Nafido bahçesindeki patlıcanlar gibi uzamıştı.

Aslında Şero’nun hamilelik olayı köyde başlamıştı. “Henekbej”di (halk güldürü ustası) Şero. 70’li yıllarda TV’nin girdiği ev sayısı sınırlı ve radyo kültürünün az çok etkin olduğu dönemde “çirokbej”ler (anlatı ustası) yaşanmış olayları şarkılı ve sözlü olarak enstrüman eşliğinde veya sadece ses ve sözle köy ve misafir odalarını renklendirirdi. “Henekbej”ler eyvanları adeta tiyatro sahnesine çevirir, tek oyuncu gibi değişik karaktere girer, nükteli anlatımıyla herkesi düşündürür kahkahaya boğardı. Şero yaşanmış olayları yorumlarken kendisinden bir şeyler katması ilgi çekiciydi. Anlatımdaki hüneriyle dinleyicileri etkiler, maceradan maceraya sürüklerdi. Kötü huyu ise, zaman zaman aşırıya kaçması ve mektepli ve diplomalı köylü gençleri kızdırıp, okula gitmemesine rağmen onlardan daha çok sevildiğini açığa vurmasıydı. Bu huy okumuş gençleri kinlendiriyor, kendisine karşı fırsat kollamasına neden oluyordu.

Şero’nun çocukluğundan beri mercimek çorbasına bayılırdı. Gençliğinde bir leğen büyüklüğündeki kocaman tası üç defa doldurur, içine üç tandır ekmeğini de doğrayarak, dört baş soğanla yer, bitirirdi. Bunu, yaşı ilerlemesine, ellinin sınırına varmasına rağmen devam ettirdi. Son iki hafta midesi çekişten düşmüş, artık eskiden olduğu gibi içilen çorbanın yükünü taşımayacak dereceye gelmişti ki, yemekten sonra yürüyüşe çıkmasına rağmen şişlik geçmiyor, sancıların verdiği ağrıya dayamıyordu. Eve döndüğünde, pencere ve kapılar açık bırakılmasına rağmen, yaptığı osuruk kokusu her yere siniyor, oturduğu ve yakın olduğu her yere adeta yapışıyordu. Osuruk sesine boş verilir de, kokusuna dayanmanın mümkünatı yoktu. Allah korusun, hastalık evin diğer üyelerine bulaşırsa, olay hükümetin başı, Demirel’e yansır, köy tamamıyla karantina altına alınabilirdi. Karar verdi:

- Bu sancılar, karnımdaki şişlik ve makinalı gibi patlayan osuruklar ciddi bir hastalığın habercisidir. Mercimekle, gazla ile alakası yoktur. Devam ederse, Nusaybin’e Dr. Leheng’e muayene olacağım. Gerekirse Mardin’e Dr. Brusk’a kadar gider, derdimi anlatırım. Mevlam dert vermiş, dermanını aramak gerek.

Ertesi gün sancılara daha fazla dayanamadı ve doktora görünmeye karar verdi. Muayene ücreti yerine geçecek olan makul hediyesini, üzüm dolu bir sepeti yanına aldı.

70’li yıllara kadar çevre köylerin tek ulaşım aracı olan Hemedoke kamyonunun karoserine binerek Nusaybin’in yollunu tuttu. Muayenehane kapısında Dr. Leheng tarafından karşılandı. Sarıldılar. Doktora hediyesini verdi. Doktor, bir salkım üzümü yıkayıp bir tabağa koydu ve masasına oturdu. Hem üzüm yiyor hem de karın hizasını ovan Şero’ya bakıyordu.

- Neyin var Hacı Şero, karnındaki bu şiş.. yüzündeki bu üzüntü niye?
- Sorma doktor, iki haftadır karnımdaki sancı ve ağrılar yüzünden yemekten kesildim, yaşamı çekilmez hale getirdi.
- Çorbayla aran iyiydi, onu da mı içemiyorsun?
- Hüda vekil olsun ki bir tası bile bitiremiyorum artık, yarım kalıyor. Onu da ekmeksiz soğansız yiyebiliyorum.
- Bu hiçde hayra alamet değil. İnşallah ciddi bir şey değildir.. anlayacağız.

Belden yukarı soyundu ve muayene masasına sırtüstü yattı. Doktor, karın bölge yanlarını birkaç kez bastırdı. Ramazan davulu kadar şişmiş göbeğini karpuzu tıklar gibi tıkladı. Stetoskopu ile vücudun değişik yerlerini dinledi. Nefes alıp vermesini, öksürmesini istedi. Tahlilleri alınıp laboratuvara yollandı. Gelen tahlillere baktı. Bir süre sesiz ve üzüntülü bir şekilde Şero’ya baktı. Yandaki telefona uzadı ve Mardin’e telefon etti, Dr. Brusk’a anlayacağı bir dil ile Şero’nun durumunu izah edip, telefonu kapattı. Şero meraktan çatlamak üzereydi. Doktor konuşmaya pek istekli değildi.

- Muayene ve tahlil sonuçları için açıklamada bulunmamı bekleme. Tahmin ediyorum, ancak söylemek zor, nasıl izah edeceğimi bilemiyorum.
- Kötü bir hastalık mı? Hüdanın hatırı için bir şey söyle doktor, yoksa öteki tarafa yolcu muyum?
- Hastalık mı yoksa hayırlı bir haber mi, karar veremiyorum.
- Ne demek istiyorsun? Kafayı yemek üzereyim, bir şey söyle.
- Daha fazla tahlil yapılması lazım. Burada imkanlar kısıtlı ve yetersiz. Mardin’e gitmen gerek. Dr. Brusk’a telefon ettim, seni bekliyor.

O yıllarda Nusaybin ve çevre köyler hastalarını ilçedeki sağlık ocağına götürürdü. Acil vaka ve ağır hastalar Mardin devlet hastanesine havale edilirdi. Uzman doktorlar ise Mardin’de yaşamını sürdürüyor, orada muayenehane açıyorlardı. Daha detaylı tahlil ve analizleri yapmak ancak Mardin ya da Diyarbakır’da mümkündü.

Şero, hediye getirdiği üzüm sepetini kaptı ve dışarıya doğru yöneldi. Doktor dayanmadı ve sordu:

- Üzüm sepeti hediye olarak getirmemiş miydin?!
- Bu sefer bir salkımla idare et. Dr. Brusk köy üzümünü özlemiştir şimdi. Yahu hep ben mi siz okumuşların iyiliğini düşüneceğim? Biraz da siz beni düşünün, deyip sinirli bir şekilde dışarıya çıktı.

Nusaybin yazları genelde sıcak olur, 35 derecenin üstüne çıkar, kışları ise sıcaklık 15 derece kadardır. O gün, her nasıl olduysa bilinmez, doktorun söylemek istemediği hayırlı haberin etkisinden olacak ki gökyüzünü kara bulutlar kaplamış, gök gürültüsünün çıkarttığı sesler korkutucu derecede idi. Yağmur bir yavaşlıyor bir şiddetleniyordu. Yağan bu bereketin Şero’ya ne fayda getireceğini tahmin etmek zordu.

Nusaybin Mardin arasında yolcu taşıyan tek bir minibüs vardı. Minibüs Mardin’e varıncaya dek, her geçtiği semt ve köylerde duruyor yolcu alıp bindiriyordu. Tabi buna bagajları da dahildi. Ne mi vardı bagajlarında? Köyden dost ve akrabalara gidecek hediyeler ve şehir pazarında satılacak olan sebze ve meyve sepetleri, yoğurt, süt, pekmez, tavuk, yumurta, keçi, koyun ve daha neler neler. Hayvanlar insanlarla koyun koyuna yolculuk ede ede gidiyordu. Yarım minibüse kapasitesinin iki, bazen üç katı kadar yükletiliyordu. Maceralı yolculuk, yer darlığı ve sıkışma ile bitmiyordu. Sarhoş olmak için içmeye lüzum yoktu, yolcuların bıraktığı ter, osuruk ve sigara kokusu insanı duman altı etmeye yetiyordu.

Yarım otobüs yılların izini taşıyordu, yorgundu, harap ve güçsüz düşmüştü. Tepesinde oluşan noktalı paslar çürümüş, burada yer yer delikler peydahlanmıştı. Bu irili ufaklı delikler, yazları minibüsün tek penceresinin açılmasıyla havalandırma ve soğutucu vazifesi görüyordu. Her delikten hava esiyor ve kötü kokuları gidermese de tesirini hafifletiyordu. Yağmur yağdığında ise, damı eskimiş evlere benziyor, tepesindeki deliklerden damlayan yağmur akıyor, yolculara soğuk düş yaptırıyor, içeriye hamam havası veriyordu.

Minibüs motoru yorgun, kızgın ve istemsiz sesiyle Mardin girişindeki meşhur yokuşu aşmada zorlanıyordu. Eski emektar, şehir girişinden merkeze kadar uzanan yaklaşık iki kilometrelik yokuşun tam ortasında çekişten düşüyor, egzozundan çıkan kara dumanda boğuluyor, minibüs, içerisindeki yolcularıyla birlikte geri geri akmaya başlıyordu. Fren işlemsiz, debriyaj ve vitesle yavaşlatma bu minibüs için geçerli değildi. Geri giden minibüsün hızlanmasıyla birlikte kaza ve ölüm korkusu her zaman olduğu gibi, herkesin bedenini sarıyordu. Yolculardan yükselen imdat, salavat ve kelime-i şahadet sesleri etrafta yankılanıyordu. İşini duaya bırakmayan tecrübeli muavin ise, takozu elinde dolmuştan atlayıp, takozu birkaç kez tekerleklerin önüne koyarak, arabayı önce yavaşlatıyor, sonra durduruyordu. Yolcular dolmuştan inip, yokuşu geçinceye kadar minibüsü arkadan itekliyor, kazasız belasız bir şekilde Mardin’e varılıyordu. Yolculuk, minibüsün insanları bir yere kadar taşıması, bir noktadan sonra da yolcuların minibüsü itekleye itekleye Meydanbaşı’na kadar getirmesiyle son buluyordu.

Şero, minibüsün arka taraftaki köşe koltuğuna geçip oturdu. Minibüsün çalıştırmasıyla motordan yükselen yüksek sesle birlikte egzozdan kapkara duman etrafa yayılıverdi. Mardin’in Girherin köyünü geçip şehrin girişindeki o meşhur yokuşa varıncaya kadar en az 15-20 yerde durdu, yolcu indirip bindirdi. Önce Emer Pine dükkanı karşısı, ardından Cemil Xencero fırını ve Tabutçu Fetho’nun ahret atölyesi önü, sonra da Pifti ve Şemo’lara yakın sokağın başı, ardından Mahmutke çiftliği, Qesra Serçixan durakları ve diğerleri…

Minibüste oturacak yer kalmamıştı. Şero, yanında oturan şişman hanımla koltuk ve cam arasına yapışmış, hareket edemiyordu. Dışarda yağmur şiddetli bir şekilde yağıyordu. Şero’nun oturduğu koltuğun tam tepesinde üç dört delikten su damlıyor, yağmurun şiddetlenmesiyle damlalar akmaya başlıyordu. Muavin buna hazırlıklıydı. Şemsiye yerine kullanmak ve fazla ıslanmaması için Şero’ya bir parça naylon uzattı. Şero muavine yan yan bakıp, naylonu aldı, şemsiye niyetine başının üstünde tuttu. Artan sancıları, şişman hanımın sıkıştırması sonucunda bıraktığı sessiz osuruklar, doktorun anlamsız cevabı ve yağmur damlaları ile meşguldü, başka bir şey görmüyor, düşünemiyordu. Minibüsün Mardin yokuşunda çekişten düştüğünü ve geri geri gittiğini görmedi, yolcuların imdat ve dualarını duymadı, meşguldü ve bu son duraka varıncaya, tüm yolcular inip gidinceye kadar devam etti. Minibüsten inince rahatladı. Şero’yu minibüs durağında doktorun bir yakını karşıladı. Birlikte doktorun muayenehanesine gittiler. Salondaki hemşire doktora geldiğini haber verdi. Doktor Brusk ile sarıldılar, sonrada muayene odasına geçtiler.

Doktor, hemşireden tahlillerini yaptırmasını istedi. Daha sonra hastanın soyunmasını istedi. Muayene masasında kalbini ve solunum yollarını dinledi. Sırt üstü yatırdı, mide bölgesinin değişik yerlerini bastırdı, ovdu ve şişmiş tarafları karpuz tıklar gibi tıkladı. Başını, hastanın problemli olduğunu hisseder gibi, sağa sola çevirip, kendi kendine konuştu. O ara hemşire içeri girdi ve tahlil sonuçlarını doktorun masasına bırakıp çıktı. Doktor, muayene sonrası elini yıkadı ve masasına oturdu, gelen sonuçlara göz gezdirdi. Masadaki telefon ahizesini kaldırıp, Nusaybin’i, Dr Leheng’i aradı.

- Doktor Leheng, evet ben doktor Brusk, nasılsın? Evet, Şero burada. Selamı var. Senden bir ricam olacak, acilen Şero’nun eşi Fate’nin buraya gelmesini sağla. Evet, beklemeden hemen gelsin. Testlerin sonucu geldi. Maalesef tahmin ettiğin doğru çıktı. Eşi ile birlikte tedbir almamız lazım. Allah korusun, tek başıma mesuliyet alamam, mutlaka gelmeli. Tanrı yardımcısı olsun. Herkese selamlarımı söyle. İyi günler.

Doktorun tahlil sonuçlarını söylemeye niyeti yoktu. Şero’nun getirdiği üzüm sepetinden bir salkım alıp yıkadı ve bir tabağa yerleştirerek masasının üzerine koydu. Bir yandan üzüm tanelerini koparıp ağzına getiriyor, öte yandan Şero’ya şüpheli şüpheli bakıyordu.

- Sonuçta kaderimiz ne ise o olur, Allah’ın yazdığı bozulmaz, başa gelen çekilir. Fazla üzülme, buyurun sende üzümden ye.
- Yahu ben deli olmak üzereyim, sen üzüm ye diyorsun. Doktor, Allah için söyle, hastalığım ne? Ciddi mi?
- İnan et sende hastalık falan yok, sapasağlamsın.
- Eğer hasta değilsem, niçin Fate’yi çağırıyorsun? Hangi tedbirlerden bahs ediyorsun?
- Şero, tahlillerin sonucunu senin ve Fate’nin yanında açıklamak istiyordum. Ama sen her zaman olduğun gibi sabretmiyorsun. Sana söyleceklerim acayip gelebilir ancak gerçek olan şu ki sen maalesef hamilesin.

Şero, okul falan okumamıştı. Büyük şehir denildiğinde 17 bin nüfuslu Nusaybin’i bilirdi. Orada da kaybolmaktan kaygılanır, tanıdıklara yılda bir ya da iki kez uğrardı. Birazcık saftı. Asker kaçağı idi ve sistem tarafından unutulmuştu. Kadın erkek ilişkisini, ailesinden ve hanımından öğrendiği kadar biliyordu. Erkekler hamile kalabilir miydi, sorusu ağır geliyor, altında eziliyordu. Hamilelik kadına hastı. Demeki öyle değilmiş, bu piyango gibi bir şey, ara sıra erkeklere de çıkabiliyormuş. Hamile olduğunu öğrenince, talihli olmaya uyum gösteremiyor, gerçeği hazmedemiyordu. Tam tersine, şok olmuş ve utangaçlığın verdiği sıkıntıdan olacak ki durmadan terliyordu. Sıkıntıdan patlar gibi oldu, rahatsız olduğu sandalyeden kalktı ve salona gitti. Daha sonra tuvalette başka cinsi organının olup olmadığını kontrol ettikten sonra biraz olsun rahatlamış, salondaki divana oturmuştu.

Yalnız kalmıştı Şero. Yapayalnız. Son iki haftada, karın ağrısı ve sancıların hafifleyip geçmesi için, Allah’a, peygamberlerine ve iyilikseverlerinin hepsine dualarıyla yakarmış, şifa vermelerini istemişti. Ancak ne karnındaki şişlik geçiyordu ne de sancılarda hafifleme hissediliyordu. Durumu kötüleşiyordu. Unutulmuştu. Muhammed ve İsa tarafsızlığını koruyor, duaların kabul edildiği makam ve dergahlar ise bir bir yüzüne kapanmış, sesini duymak istemiyorlardı. Yukarıdan gelecek hayırlı haber ve umutlarla ilgili bir beklentisi kalmamıştı. Hamileliği ve gerçekliğini kabul etmekten başka çaresi yoktu. Hamile olmuştu, karnı şişiyordu ve çocuk bekliyordu. Onlarca cevapsız sorularla boğuşmaktan yorulmuş, biraz hava almak gereğini hissettirmişti. Dış kapıya doğru yöneldi.

Mardin’de muayenehaneye yakın cadde ve sokaklarda kaç kez dolandığını unutmuştu. Bu kadim şehrin nazlı ve narin kızlarını görünce ferahlamıştı biraz. Sarışını, kumralı ve esmerleri ne de güzeldi bu şehrin dilberleri, diye düşünüp, Mardin kızları için söylenen anlatıyı hatırladı. Anlatıya göre, Tanrı, Mardin’i güzeller diyarı yapmak istediği o günde istirahata çekilmişti. Meleklerine, “Evet, hiç kimse beni rahatsız etmesin, bugün naz eden gülleri sırf sanattaki büyüklüğüm, sevgi ve aşktan oluşan benliğim anlaşılsın diye yaratacağım”, demişti. Ve o gün kimse Hüdayı rahatsız etmedi. Gökyüzündeki yıldızlar kadar çekici, denizlerin mavisinden gözlere şekil vermekle başladı işe. Sonra baldan elmasın yanaklar ve dudaklar yaratıldı, pınar olsun, dudaklardan içilsin diye. İki sütün üzerinde inşa ettiği bedeni, memesini ve belden aşağısını, keşif edilmesi imkansız behişten bir bahçeyle renklerdi, gözler ve gönüller güzelliğine doymasın ve zevk u sefada gark olsun diye. Yüce Allah tüm hünerini aşkla yoğurup, ince dokuyarak şekil verdi bu şehrin kızlarına, güzellikte rakip tanımaz, nazda herkesi kendisiyle meşgul etsin, kadim şehrin yabanıl çiçekleri olsun diye sunmuştu insana.

Hamilelik yükünün ağırlığı altında ezilip, sorunla boğuşan Şero’ya şehirdeki kısa gezinti ve gördükleri yaramıştı. Doktorun muayenehanesine yaklaştıkça sancıları yeniden artıyordu. Erkek ve kadın olma hisleri arasında tekerleği patlamış bir araba gibi yuvarlanıp gidiyordu. Bir Kürt atasözünü hatırladı, “Şer şer e, çi jin e çi mer e”, Aslan, erkek ve dişisiyle aslandır, cinsiyeti fark etmez. Kendi kendine sordu: “İsmim Şero da.. acaba ben aslanın dişi olanı mı yoksa erkek olanından mı sayılırım?”. Biraz düşündü ve cevabını yine kendisi verdi “Allah bilir.. bilir mi acaba?”

Doktorun muayenehanesine yaklaşıyordu. Aklına birden bire bir garip ama kendine sorması gereken bir soru gelmişti.

- “Eğer hamile kalmışsam, bu günahsız ve bahtsız çocuğun babası kim? Kimden ve ne zaman gebe kaldım?”, diye sordu kendine.

Günahı işlediği zamanı ve yasak aşkının kim olduğunu ortaya çıkarmak için düşündü. Geçen hafta, son üç ay, bulunduğu yıl içinde. Hayır, kimse aklına gelmiyordu. Başka erkek onunla cinsel ilişkide bulunmamıştı. Sorusuna cevap bulmadığı için üzüldü. Çocuğun babasını tanısaydı, en azından bu günahı işleyeni bilecek, rahatlayacaktı. Faili meçhul hamileliliğiyle ortada kalmış gibi hissetti kendini.

Dr. Brusk yemek ısmarlamış Şero’yu bekliyordu. Şiş kebap ve taze ekmek kokusu etrafa yayılıyordu. Coca cola ve ayranın yanında yeşillik boldu. Doktor, taze ekmeğin içine kebabı sarıp, Şero’ya uzattı:

- Buyrun, ilk önce yemek yiyelim ardından konuşuruz.
- Ne yemeği doktor, ölüm yaşadığım bu halimden daha iyidir.
- Allah korusun. Ne ölümü, Allah ne yazdıysa o olacaktır.
- Biliyorum, biz garibanların alnına ne yazdığını!

Doktorun elinden aldığı kebabı ağzına götürdü. Canı yemek falan istemiyordu. Ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra yutmada zorlandı. Üstüne cola içti ve geri kalan ekmeği sofranın kenarına bırakıp, çekildi. Doktor moral vermeye çalıştı:

- Biliyorum, kolay değil. Unutma ki annelikte babalık kadar önemli ve kutsal bir duygu. Bu kadar üzülmene gerek yok. Her derdin dermanı var. Eğer istemiyorsan, çocuğu kürtajla aldırmamız mümkün. Çocuk üç aylık, aldırmak günahtır.
- Doktor, günahtan bahs etme! Allah rızası için beni bu dertten kurtar.
- Tamam anlaştık. Çocuğu aldıralım da.. Aldırmak için kanunen babasının da rızasını almamız gerek. Çocuğun babası kim?
- Yahu sen insanı deli edersin! Evet, düşündüm. Allah, Muhammed ve İsa adına yemin ederim ki, ne kimse bana koydu, ne de ben herhangi birisiyle ilişkiye geçtim.
- Şero, eşin Fate yolda birazdan burada olur. Çocuğun babasının kim olduğun konusunda gerçeği gizlemene lüzum yok. Gerçeği söyle ki hepimiz rahatlayalım.
- Yahu doktor, huyun çok değişmiş, hiç kimseye inanmıyorsun! Allah adına yemin ederim ki kimseyle cinsi ilişkim olmamış. Yahu ben ibne miyim ki bana bunu yakıştırıyorsun?

Sıkıntıdan ter içinde kalmıştı. İzin istedi, salona geçti, tuvalette yüzünü yıkadı. “Çocuk üç aylıkmış”, dedi ve devam etti kendi kendine. “Dokuz ayı doldurunca ne olacak? Hayır, işin kötü tarafı çocuğu doğurmak için, nereden çıkacağı konusunda hiçbir fikrim yok”, deyip başını salladı. “Çocuk kıçtan çıkmayacağına göre, herhalde doğmadan karnımda ölür”, dedi.

Hacı Şero tam da doktorun muayenehanesine gireceği anda, karısı Fate’nin ısrarlı istemini, aynı zamanda aile sırrını hatırladı. Fate’nin özellikle son iki ayda Şero ile olan cinsel ilişkileriyle ilgili şikayeti bitmiyordu. Şero’nun her zaman üstüne çıkması ve bu şekil cinsel ilişkide bulunmasından bıkmıştı. Belki de haklıydı. İnsan ömrünün büyük bir kısmını yatakta geçiriyordu. Bu zamanı partnerlerin zevkine göre renklendirilmesi önemliydi. Fate isteminde ısrarlıydı:

- İki aydır şişiyorsun. Seninle yatmanın tadı tuzu kalmadı. Bundan sonra sıra bende, ben üstüne çıkıp üstünde oturacağım”, dedi.

Fate gece işinde dik kafalının biri, ne söylediyse aynı akşam öyle de yaptı. Doğrusunu isterseniz Şero da hoşlanmıştı bu denemeden. İki aydır Şero’ya biniyor, işini bitiriyorlardı.

Şero, eşi Fate’den hamile kaldığına kanaat getirmiş,s ötelemeliler yetinmiyor adeta itiraf ediyordu:

- Ben o Fate denen kadına, bana binme demiştim. Bana bindi ve hamile bıraktı. Şimdi işin içinden nasıl çıkacağımızı bir tek Allah bilir”, diyerek doktorun odasına girdi. Doktor daha onunla konuşmadan, Şero sorusunu yapıştırdı.
- Bir kocanın karısından hamile kalması mümkün mü?
- Allah canını alsın da senden kurtulalım. Ulan nereden peydahladın, nasıl aklına geldi bu soru?
- Yahu sana ne nereden bulduğumu! Sen cevap ver, benim Fate’den hamile kalmam mümkün mü?
- Tıbbi sırları, hele hele bu türden aile ve namusla alakalı sorulara cevap vermek sakıncalı. Kanuna bakmam gerek.

O arada telefon zili çalar, doktor cevap verir:

- Dr. Brusk buyrun. Sen misin Dr. Leheng, ne oldu, Fate yola çıkıp Mardin’e geliyor mu? Ben onu karşılarım. Nasıl, eyvahlar olsun, Yos da mı duymuş Şero’nun hamile olduğunu? Yandık desene. Sadece Şero değil, Omeriya mıntıkası halkın diline düşer, rezil kepaze oluruz.
- Ne olmuş doktor, Fate ne yapmış yine?
- Sorma Şero, minibüs durağında senin hamile olduğunu ağzından kaçırmış. Meğer o an durakta Yos da varmış. Nusaybin’in canlı gazetesi gibidir mübarek, şimdi köy ve ilçe sakinlerinin tümü duymuştur hamile olduğunu.
- Yos mu? Köyde kalabilmemin imkanı kalmadı. Sence Yos bu olayı nasıl yorumlar?
- Yıllardır Amerika ve Avrupalı doktorlar ve bilim adamları milyonlarca dollar para harcadı. Ama bir erkeğin gebe kalmasını başarmadılar. Omeriyalılar, Şero’nun karısı Fate sayesinde dünyada bunu ilk başaran bölge unvanını kazandı. Fate Şero’yu hamile bıraktığından dolayı Amerika ve Avrupalıları geride bıraktılar.
- Ya devlet duyarsa ne olur?
- Artık bu bir devlet sırrı, ağzını sıkı tutman gerek. Neyse Fate gelmiştir şimdi, ben dolmuş durağına gidiyorum.

Doktor dışarıya çıkar. Bir süre sonra Fate ve Dr. Brusk içeriye girer. Şero daha fazla dayanmadan sinirli bir şekilde Fate’nin üzerine yürür:

- Niçin geldin anlamıyorum. Hayırsız karı, ben sana defalarca üstüme çıkıp, işini bitirme dedim! Kadının erkeğe binmesi hayra alamet sayılmaz dedim. Ama sen beni dinlemedin, üstüne bindin ve beni hamile bıraktın. Zevk alırken hoşuna gidiyordu değil mi? Binmek kolaydı. Şimdi gel de yediğin boku temizle, karnıma soktuğun bebeği çıkar da göreyim.
- Sinirlenme gerek yok kocacığım. Doktor Brusk sana tekrar binmemi tavsiye etti.
- O niye?
- Eğer devam edersem, istediğin gibi bu seferki çocuğumuz erkek doğacak.
- Şu hayırsız kadına bak. Hem suçlu hamde güçlü. Ulan ben karnımdaki piçinden kurtulmak istiyorum, o ise erkek çocuk doğurmamın derdinde.

Şero ve Fate o akşam Dr Brusk’ün evine misafir oldular. Yediler, içtiler, dayalı döşeli misafir odasında yattılar. Fate o gece de zorla da olsa Şero’ya bir daha bindi. Ertesi gün kahvaltıdan sonra beraberce Mardin çarşısına çıktılar. Doktor Brusk, Şero ve hanımına yeni ayakkabı, Şero’ya yeni bir yelek, çocuklar için şekerli leblebi aldı. Şero çoktan beridir Antep helvası yememişti, bunu doktorun kulağına çınlattı. Dr Brusk bir teneke helva ve birkaç taze fırın ekmeği aldı. Ardından minibüs durağının yolunu tuttular. Dr. Brusk her ikisinin yol parasını verip onları köye uğurladı.

Ardından yıllar geçti ama yaşanmış bu önemli olayın geri kalan bölümü konusundaki bilgi halen sırrını koruyor, spekülasyon ve dedikodular hariç, hiç kimse bildiğini söylemiyor.  

İstilille, Omeriya bölgesinde önemli bir nahiye. Sakinleri ara sıra da olsa, namaz ve niyazında insanlar, yalan nedir bilmezler. Onlara göre, Şero düşük yapmış. Neresinden mi? O’nu da kendin düşün ve cevabını bul kardeşim!

Çale, Hebise ve Tinate köylüleri ise, o gece Fate’nin Şero’nun altına yattığını ve çocuğun Allah’ın emriyle Fate’nin karnına transfer olduğuna inanırlar.

Yos ise bu gibi hikayeleri yer mi? Doktorlar, Şero’nun meşhur olması için bu hikayeyi uydurduğunu propoganda ediyor.

Esasen uzun zamandır Şero’nun bu konudaki cevabını merak ediyordum. Sağolsun beni kırmadı, Hacı babamın dükkanından çaldığım bir çuval sabun ve bir torba makarnaya evet diyerek, sırrını azda olsa paylaştı:

- Bu memlekette Leheng ve Brusk gibi doktorlarımız bulundukça, hem kendileri hem de bizler daha nice anlatılara imza atar, yaratıcısı oluruz. Onlar da tedavimizi bedava yapar, üstelik tedavi sonrası evine misafir eder, ayakabı ve elbise alır, üstüne de helva ve taze ekmekleri de ekleyerek, evine yollarlar.

Not: Bu yaşanmış olayı, bir yıl önce Kürtçe basılan “Sewdanameya Winda” -Kayıp Aşk Mektubu adlı kitabımdan Türkçeye çevirdim. Diyarbakır’da J&J yayınevi tarafından yayınlanan “Sevdanameya Winda” yakında Türkçe’ye çevirilerek baskıya verilecek, okuyucusuyla buluşacaktır.

Hoş bir vakit geçirmeniz dileğiyle bayramınız kutlu olsun.

Zarathustra Acat

Inga kommentarer:

Skicka en kommentar

Obs! Endast bloggmedlemmar kan kommentera.

Hacı Şero efendi nasıl hamile kaldı

Biliyorum, sinirlenecek, ”erkekler hamile mi olur mu?”, diye soracak ve bana kızacaksınız. Haklısınız efendim. Sizin yerinizde olsam, bend...